Ana içeriğe atla

Prof. Dr. Bedri Gencer: Modernleşme, Tarihi Hızlandırıyor


2009 yılında çıkan İslam’da Modernleşme, 1839-1939 adlı eseriyle Türkiye’de yankılar uyandıran Prof. Dr. Bedri Gencer ile İslam dünyasının modernleşmesini konuştuk.

Bedri Gencer Kimdir?

Bedri Gencer, 8 Nisan 1968’de Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1991’de Mimar Sinan Üniversitesi’nden Sosyoloji lisans, 1993’de Marmara Üniversitesi’nden İktisat Tarihi yüksek lisans, 1998’de İstanbul Üniversitesi’nden Uluslararası İlişkiler doktora derecesi, 2004’de siyaset bilimi alanında doçent unvanını aldı. 2009’da Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü’ne profesör olarak atandı. 2009 yılında çıkan İslam’da Modernleşme, 1839-1939 (Ankara: Lotus) adlı eseri, Türkiye’de yankılar uyandırdı. Sosyal ve siyasal teori alanında akademik çalışmalarına devam eden Gencer, evli ve iki çocuk babasıdır.
2009 yılında çıkan İslam’da Modernleşme, 1839-1939 adlı eseriyle Türkiye’de yankılar uyandıran Prof. Dr. Bedri Gencer ile İslam dünyasının modernleşmesini konuştuk. Prof. Gencer, kitabına atıfla söyleşide, Batı ile İslam dünyasının yaşadığı modernleşme süreçleri arasında pek fark edilmeyen, derin, şaşırtıcı etkileşim tarzlarına dikkat çekerek birçok ilginç ve önemli tespit yaptı. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

Şerif Mardin’in kitabınıza yazdığı sunuşta da belirttiği “ilm-i küll”, yani bütüncül bakış açısı ile 1839-1939 yılları arasındaki “İslam’da Modernleşme” sürecini derinlemesine incelemişsiniz. Sosyal bilimde bütüncül bakıştan kasıt nedir, açar mısınız?

Geleneksel dünyada “ilm-i küll”den kasıt, disiplinlere parçalanmayan, dünyayı bir bütün olarak kavramaya imkân veren küllî, bütüncül ilimdir; Hazreti Ali’nin ‘ilim, cahillerin çoğalttığı bir noktadır” sözünün anlattığı gibi. Modern sosyal bilimsel terminolojide kullanılan “holistik” kavramı ise ilm-i küllden biraz ayrılabilir. Modern dünyada aşırı uzmanlaşmanın, ilmî parçalanmanın getirdiği epistemolojik illet sonucu çok karmaşık sosyal olguları tek-sebepli açıklama eğilimine “indirgemecilik” denir. Mesela Karl Marx, insanlar arasında var olan sömürü olgusunu, sadece iktisadi sebeplere bağlayarak açıklıyor. Hâlbuki klasik Aristotelyen bütüncül perspektifi benimseyen Max Weber gibi sosyal bilimciler, tek-sebepli açıklamalara, indirgemeciliğe karşı, sömürüye yol açan maddî ve manevî birçok sebebi dikkate alıyorlar ki bu, indirgemeciliğe karşı holistik, bütüncül perspektif olarak tanımlanmaktadır.

Şerif Mardin, kitabınıza yazdığı kapsamlı sunuşta, Doğu ve Batı’yı kuşatan, çok katlı ve bütüncül bir bakış açısından inceleme yaptığınızı söylüyor. Bahsedilen bu perspektifi kitapta nasıl uygulayabildiniz?
Modernleşmeye Bütüncül Yaklaşım

19. asır İslam dünyasında ortaya çıkan modernleşme dediğimiz süreç, tamamen tabiî, bünyevi, organik dinamiklerden değil, esas itibariyle akültürasyon dediğimiz farklı kültürlerin etkileşiminden kaynaklanmıştır. Yani modernleşme, Batılı kültürle temastan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla İslam dünyasındaki modernleşme sürecini anlayabilmek, çözümleyebilmek için bu etkileşimi bir bütün olarak değerlendirmek, öncelikle modernleşmenin Batı’da nasıl oluştuğu ve geliştiğini tespit etmek gerekmektedir. İslam dünyasının bu köklü problemini kavrayabilmek için bütüncül ve çok-katlı bir sorgulama yapmak kaçınılmazdır; aksi halde İslam dünyasının modernleşmesi süreci, tam olarak anlaşılamaz. Kitapta da dikkat çektiğimiz gibi, bunun tipik örneği, “İslam, mâni-i terakkidir” ithamının aslında 19. asrın ilk yarısında Avrupa’da Protestanların Katoliklere yönelttiği bir itham olması, bu mücadelenin zaferleriyle sonuçlanmasından sonra Protestanların bu ithamı bu sefer gizli Protestan olan Cizvit Ernest Renan sayesinde İslam dünyasına yöneltmesidir. Dolayısıyla “Katoliklik, mâni-i terakkidir” sözü anlaşılmadan, “İslam, mâni-i terakkidir” tezi de anlaşılamaz. Bu şekilde inceleme boyunca bu çok boyutlu anlama gayretini gösterdik.

Kitapta İbrahimî dinlerden bahsediyorsunuz, Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam’ın modernleşme karşısındaki ortak ve farklı tutumları hakkında neler söylersiniz?
Modernleşme Hıristiyanlık ve Yahudiliğe Son Darbeyi Vuruyor

Ben, kitapta bu İbrahimî dinlerin modernleşme karşısında sergiledikleri ortak tepki örüntülerini anlamaya çalıştım ki bugüne kadar dünyada bu üç dinin modernleşme karşısındaki ortak tepkisini ele alan bir çalışma yapılmış değildir. Burada öncelikle modernleşmeye karşı ortak bir tepki görüyoruz. Her üç din de öncelikle kendi paradigmasından uzaklaşmadan “apolojetik” dediğimiz bir savunma tavrı geliştiriyor. Daha sonra modernleşme karşısındaki tavırları, dinlerin özgül karakterlerine göre değişiyor. Kitapta dikkat çektiğim gibi, Yahudilik geleneğe, Hıristiyanlık ise teolojiye indirgenmiş dinlerdir. İslam dini ise şeriat, daha doğrusu, bunun beşerî realiteye tercümesi anlamına gelen fıkıhtan ibarettir. Batı’da 19. asırda zirveye çıkan sekülerleşme, asırlardır değişmekte olan bir dünyanın tahaddisine uğrayan Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerine bir bakıma son darbeyi vuruyor. Yahudilik ve Hıristiyanlık içindeki Protestan damarı temsil eden aydınlar, modern dünyada dinlerinin ayakta kalabilmesi için açıkça ilahî, dinî özünden soyutlanarak kültür ve medeniyete, bir tür külte dönüştürülmesi gerektiğini savunuyorlar.

Nomoloji ve Eskatoloji İki Ayrı Dünya Algısı Üretir

Örneğin pek tanınmayan Hıristiyan aydınlardan Matthew Arnold ile Yahudilerden Mordecai Kaplan’ın dinlerinin bekası için savundukları bu dönüşümün en çarpıcı sonucu Tanrı tasavvurunda görülüyor; bunlar, artık vahiy sayesinde isim ve sıfatları bilinen, Rabb denen emredici bir Tanrı yerine, esrarengiz bir kudret şeklinde bir Tanrı tasavvuruna kayıyorlar. İslam, buna direniyor; tabiî buradaki İslam’dan kasıt, Sünnî İslam paradigmasının temsilcisi “Osmanlı İslamı”dır. Akide, doktrin açısından bakıldığında Şiîlik ve Sünnilik farklı kabul edilebilir. Ancak modernliğin tahaddisi, Sünnî dünya içindeki gizli eskatolojik/nomolojik ayrışmasının ve Şiîlikle örtüşmenin su yüzüne çıkmasına yol açıyor. Burada âcizane bu ayırımla çok önemli bir perspektif yakaladığıma inanıyorum. O da modernliğin tahaddisi karşısında geleneksel Şiî ve Sünni ayırımının, akide yerine tarih perspektifi bakımından “nomoloji/eskatoloji” dediğim iki zihniyete dönüştüğünün tespitidir.

Nomolojik ve eskatolojik zihniyetleri biraz açabilir misiniz?

Osmanlıların temsil ettiği Sünni paradigma, nomolojik dediğim, tarihin, dine dayalı bir imtihan diyalektiğine göre işlediği anlayışına dayanır. Modernleşen dünyada ise Şiî ve Sünnî Arap dünyası ortaklaşa eskatolojik bir tarih ve din anlayışına kayıyorlar. Kitapta da dikkat çektiğim gibi, padişah II. Mahmud’a sunduğu layihada Keçeci-zâde İzzet Molla, şu sözlerle beşerî aktivizmin öneminin vurgulandığı nomolojik zihniyeti dile getiriyordu: “Şu kadar ki, Mehdî’nin yaklaştığı bir sırada dünyevî meselelerin tanzim olunamayacağını söyleyenlere şöyle cevap veririz: eğer Mehdî, yarın ortaya çıkacaksa, biz bugünden adalet ve eşitlik için çalışalım ki, O’nun, adaleti güçlendirme konusundaki gayretimizi görmesi, bize övünme vesilesi olabilsin”. Hâlbuki Afgânî ile Abduh’un şahsında Şiî ile Sünnî Arap dünyasının buluştuğu modern eskatolojik zihniyet, insan iradesinin aciz kaldığı hızlanan tarihte artık bir kurtarıcının devreye girmesini öngörür. Bir Şiî olarak Afgânî, zaten böyle bir zihniyetle yetişmiştir.
Eskatolojik zihniyet açısından Şiî ile Sünnî Araplar arasındaki farka gelince, Afgânî’de kurtarıcı, ferdî, ‘devrimci bir mehdi’ye dönüşüyor, Fransız Devrimi’ndeki Robespierre, daha sonra meşhur İtalyan Mazzini örneğinde olduğu gibi. Sünnî Araplarda ise eskatoloji, ferdî değil, devrimde tezahür eden kolektif bir mesihçilik anlayışına dönüşüyor. Afgânî, Abduh, Reşid Rıza, Hasan el-Benna silsilesiyle gelen, çağımız devrimci İslam anlayışının sembolü Seyyid Kutub’tur. Bu İslamî devrimcilik kazındığında karşınıza eskatolojik zihniyet çıkar. Nomolojik zihniyet, dünyanın son anına kadar kolektif beşerî eylem ve sorumluluğu öngörür. Efendimiz aleyhissalâtü ves-selâm’ın bir hadisinde söylediği gibi: “Birinizin elinde bir fidan varken kıyamet kopacak olsa, kıyamet kopuncaya kadar o fidanı dikebilirse diksin.” Eskatoloji ise, ferdî veya kolektif mesihçilik olarak tezahür eden, 19. yüzyılda gerek Batı’da, gerek Doğu’da çok kullanılan bir tabirle tarihin askıya alınması veya hızlandırılması anlayışıdır. Yani mesihçilik vizyonu, takdir edilmiş, olağan seyrinde yaşamak yerine tarihi ya askıya alma, ya hızlandırmaya yönelir. Bu itibarla Sünnilikten kasıt, İslam içinde bir mezhep değil, bizzat İslam’dır. Eğer sonradan Şiîlik diye bir ayrışma olmasaydı, zaten Sünnilik diye ayrı bir adlandırma olmayacaktı.

Katoliklik Manii Terakkidir’den İslam Manii Terakkiye
Kitapta vurguladığınız noktalardan biri, Batı’daki dönüşümü kavramadan Doğu dünyasının dönüşümünü kavramanın mümkün olmadığıdır. Batı’daki dönüşüm ne üzerine bina edilmiştir?
Dediğim gibi bunun tipik örneği, “Katoliklik, mâni-i terakkidir” ithamı anlaşılmaksızın, “İslam, mâni-i terakkidir” ithamının da anlaşılamayacağıdır.

Peki, orada Protestanlar, niçin Katolikliği ilerlemeye engel olarak itham ediyor?

Katoliklik, Batı’da Hıristiyanlığın sağını temsil ediyor. Daha sonra Katoliklik sayesinde Kilisenin bir iktidar aygıtına dönüşmesiyle Hıristiyanlığın yozlaşması sonucu Protestanlık ortaya çıkıyor. Protestanlığın kelime anlamı, “itiraz” demektir. Hıristiyanlıktaki Protestanlığın bizdeki karşılığı Şiiliktir. Fakat “hâkim ideoloji” anlamında Sünnilik, Katolikliğin İslam dünyasındaki karşılığı olarak görülebilirse de asla Katolikliğin uğradığı akıbete uğramamıştır. Neden? Basitçe Sünnilik, meşruiyet krizi sonucu dinin yozlaşmasına yol açan iktidar ilişkilerini tasfiye yollarını başarıyla geliştirebilmiştir. Kitapta değindiğim gibi (Sünnî) İslam, “tavizsiz tevhid, karizmatik ümmet ve araçsal siyaset” olarak özetlenebilecek başlıca üç yolla iktidar ilişkilerinin Batı’da olduğu gibi Kilise ve Devlet gibi kurumsallaşmasına ve bir meşruiyet krizi ve hürriyet arayışına, dolayısıyla radikal bir modernleşme ve ideolojileşmeye mahal bırakmamıştır. Ancak Batı’da zamanla Protestanlık, Katolikliği yenerek hâkim, sağ ideoloji haline geliyor. Batı’da sekülerleşmenin asıl ajanı, Protestanlıktır. Kitapta belirttiğim gibi gizli Protestan olan Cizvitler de bu sekülerleşmenin diğer temel ajanıdır. Batı’da modernleşmenin aktörleri, Protestan, Cizvit ve Yahudi’dir. Descartes ve Renan, geleneksel olarak Katolik Avrupa’nın solunu temsil eden Cizvitlik mensuplarıdır. Fransız Devrimi, geleneksel olarak Avrupa’nın solu sayılan bu kesimi, sağ egemen güç haline getiriyor. Böylece onlar, “mâni-i terakki” olduğu ithamıyla Katolikliği tasfiye etmeye başlıyorlar. Avrupa-içi bu mücadele dindikten sonra sıra dış ötekine, İslam dünyasının ötekileştirilmesine geliyor ve bu itham Renan tarafından İslam dünyasına yöneltiliyor.

Emperyal İngiltere Fıkha Dayalı İslam’ı Ötekileştiriyor

Çalışmanızda belirtilen Batı’daki iç mücadelenin İslam dünyasına yansıtılmasını biraz daha açar mısınız?
Âcizane çalışmamdaki en önemli ve orijinal bölümlerden biri, bu olsa gerek. Sömürge şampiyonu İngiltere, bu mücadeleden muzaffer çıktıktan sonra, fıkha dayalı din olarak İslam’ın temsilcisi Türklerin şahsında İslam dünyasını ötekileştirmeye başlıyor.Tabii yanlış anlaşılmayı önlemek için hemen, buradaki Türklükten kastın, bir ırk veya kavim değil, Yahudilik gibi din, yani İslam ile kendilerini özdeşleştirmiş bir etnisite olduğunu belirtmek gerekir. Buna göre Budist Uygur Türkleri kâfir, ancak Müslüman olan Boşnaklar Türk olarak tanımlanıyor. İslam dünyasında “din, fıkıhtan ibarettir” anlayışının temsilcisi Türklerdir ki asıl İslam da budur. İhtidadan kısa bir süre sonra İslam ile kendilerini özdeşleştiren Türkler, Büyük Selçuklu Sultanlığı sırasında destekledikleri Gazalî sayesinde asıl İslam olarak Sünnî paradigmayı geliştirmişlerdir ki örneğin bir Kürt olan Bediüzzaman da bu paradigma içinde düşünce üretmiştir.

Bu anlayış, İslam coğrafyasının birçok yerinde hâkim olarak görülebilir. Pakistan’dan Hindistan’a, Yemen’den Mısır’a, İran’dan Suriye’ye kadar bu esas İslam’ı bulabilirsiniz…
“Türk İslamı” Irka Değil, Fıkha Dayalıdır

Yanlış anlamaları engellemek için meramımı biraz daha açmalıyım. Vurguladığım gibi, söz konusu Türklükten kastımız, ırk veya kavim değil. Bir söz var: “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu, Maveraünnehir’de anlaşıldı, İstanbul’da yazıldı.” Bu sözün anlattığı gibi bütün ana İslami ilimler, tefsir, hadis, fıkıh, usul ilimleri, Maveraünnehir bölgesinde geliştirilmiştir ki, buradaki âlimlerin çoğu Türklerdir. Sünni İslam, Türk hükümdarlarının himayesi altında Türk olmayan âlimler (Gazali, Fahreddin-i Razi gibi) tarafından geliştirilmiştir. Gazalî, Sünni İslam’ın ilk formüle edicisi ise, “muallim-i evvel” tabir edilen Osmanlı Şeyhülislamı İbni Kemal da ikinci formüle edicisi olarak görülebilir. 19. asırda sekülerleşen Batı’nın şampiyonu olarak ortaya çıkan Protestan İngiltere, fıkha dayalı din olarak Türk İslam’ını hedef alarak İslam dünyasını ötekileştirmeye yöneliyor. Batı’nın tarihi boyunca yenemediği İslam, bu, din olarak Türk İslamı’dır. Medeniyet olarak Arap İslamı’nı ise kendi meşrebine daha yakın, “yakın öteki” olarak takdim eder. Bu İslam algısı, tarihte idealize edilen Abbasî ve Endülüs dönemi Arap medeniyetlerinde temellendirilir. Gustave le Bon’un Fransızca eseri bunun delilidir. Çoğu Hıristiyanlık dininin medeniyete dönüştürüldüğü Fransa’dan çıkan Avrupalı bilginler, “İslam, Türklerin geliştirdiği fıkha dayalı bir dinden ziyade Arapların temsil ettiği bir medeniyettir” imajını, kısaca din olarak Türk İslam’ına karşı medeniyet olarak “Arap İslam”ı algısını geliştirirler. 

Abdulazi Tantik / Özgün Duruş Gazetesi

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İsmet Özel’in Erbain Den Alıntılar

Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda. Üç Frenk Havası 1. Capriccio Alum Gülünç bir ölümle öldü deniyor Max Stirner için çünkü mahvına sebeb nihayet bir sinektir ama Fanya Kaplan nasıl öldü diye sorarsak sanırım işimiz fazlasıyla ciddileşir. *** 2.Alum Cantabile Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını yerime yadırgadım yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka çılğının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı durmadanbeyaz bir aygırla taşardım derin göllerden bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara güneşin zekasıyla doymak isterdim kaba solgun kağıtlar sunardı şehrin insanı ban Tahrik yürek elbet acıyor esvap deği

O Belde Ahmet Haşim

Ahmet Haşim / O Belde Denizlerden Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin. Bilsen Melal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! Ne sen, Ne ben, Ne de hüsnünde toplanan bu mesa, Ne de alam-fikre bir mersa, Olan bu mai deniz Melali anlamayan nesle aşina değiliz. Sana yalnız bir ince taze kadın Bana yalnızca eski bir budala Diyen bugünkü beşer Bu sefil iştiha, bu kirli nazar, Bulamaz sende bende bir mana, Ne bu akşamda bir gam-ı nermin Ne de durgun denizde bir muğber Lerze-i istitar ü istigna. Sen ve ben Ve deniz Ve bu akşam ki lerzesiz sessiz Topluyor bu-yı ruhunu guya, Uzak Ve mai gölgeli bir beldeden cüda kalarak Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkumuz.. O belde? Durur menatık-ı düşize-i tahayyülde; Mai bir akşam Eder üstünde daima aram; Eteklerinde deniz Döker ervaha bir sükun-ı menam. Kadınlar orda güzel, ince, saf, leylidir, Hepsinin gözlerinde hüznün var Hepsi hemşiredir veyahut yar; Dilde tenvim-i

Hatırı Sayılır Sözler

Hatırı sayılır sözler   Aşk ruhların çeşitli yaratıkların arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesi demektir. İbnihazm * Gemisini kurtardığı için kaptan olmayı hak ettiğini düşünen kişiler bireyciliği göklere çıkardılar. Bunu yapmış olmakla da tarihteki en hastalıklı adlandırmayı gerçekleştirdiler. İsmet Özel * Açlık yıllarında ölenleri açlık öldürmez onları alışmış oldukları tokluk öldürür İbni Haldun * Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak sanattır. Goethe * Düşünce özgürlüğünün olmaması, insanların düşüncelerini söyleyememesi değildir. Düşünce özgürlüğünün olmaması insanların düşünememesidir. Jean-Paul Sartre * Yaratan'ın karşısına bunca büyük yapıtı okumamış olarak çıkmak düşüncesi beni çileden çıkarıyor. Oliver Wendell Holmes * Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır... Mayakovsky * Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar! / İnsan,  âlemde